|
 |
|
SİTE SAHIBI DJ_ONUR |
|
|
|
|
|
 |
|
DJ_ONUR ŞİİR |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
DJ_ONUR
HOSGELDINIZ
"Hani seninle çiçek yetiştirecektik
Şelalenin yanındaki kulübede
Çimenlerin üzerinde sevişecektik
Burnumuzda limon çiçeği kokusu
Yağmur yağacaktı belki üstümüze
Ne sen ne de ben üşüyecektik hani
Hepsi yirmi gün müydü bütün o ahım
Yirmi birinci gün ne çimen kaldı
Ne de limon çiçeği kokusu
Sele kapıldı gitti delice sakladığım canım
Yağmur yağdı üstümüze
Sen üşüdün sevgilim
Benimse dudağımda hem senin
Hem de yağmurun tadı kaldı" ...
|
|
yüzün rengini yansıtsın diye
Kıpkızıl yemyeşil ve de bembeyaz
Çiçekler topladım kırlarda bu yaz
Çöllerde sürdüğüm izindir senin
Sensin aradığım durmadan kış yaz
Halime bir renk ver halinden biraz
Seninle olmazsam tuttuğum oruç
Ettiğim dualar kıldığım namaz
Sevgili bilirsin anlam taşımaz
Bakma sen perişan halime benim
Sana yakışanı bilirim pek az
Ve belki usulsüz ettiğim niyaz
Ama sen bilirsin senin içindir
Böyle gece gündüz hep avaz avaz
Çaldığım türküler inlettiğim saz SAYGILARIMLA DJ_ONUR
|
|
|
|
ŞİİR
Her ne ise
Geçti gitti
Mevsim geldi yaz
Seven bir kalpti
Ugradi merhaba dedi
Biz göremedik
Sadece sarildik birbirimize
Sen gitmek istedin sonra
Ben uzaktim
Kendime kurulu bir tuzaktim
Aldatiştim sana göre
Sevdigime inanmadin
Çok sevdim ama
Ayrilik vardi
Her ne ise
Geçti gitti
Şimdi uykusuz geceler
Yalnizlik
Huzursuzluk ve
Her ne ise işte ,bir kızıl saçlı yosma
bak karşıdan geçiyor
dolgun kalçalarını
işveyle kıvırıyor
o öyle bir dilber ki
gönüller fethediyor
bütün çılgın gençleri
peşinden sürüklüyor
bak bir dene istersen
alamazsın tadını
gönlünü verme sakın
o herkesin kadını
|
|
|
|
DJ_ONUR
Kapımın zilini söktüm
Gelen sen değilsin diye!
Bütün perdeleri örttüm
Geçen sen değilsin diye!
Eşime dostuma küstüm
Selamı sabahı kestim
Nasılsın diyene sustum
Soran sen değilsin diye!
Doydum acılara doydum
İçimi hasretle oydum
Dudağıma yasak koydum
Öpen sen değilsin diye!
İçimde dağlar devirdim
Mutluluğu yere serdim
Gülen yüze yüz çevirdim
Gülen sen değilsin diye!
Şaşırıyor her postacı
Bakıp bana acı acı
Açmıyorum mektupları
Yazan sen değilsin diye SAYGILARIMLA DJ_ONUR!
|
 |
|
|
ŞİİR
Çekme şu dünyanın endişesini
Devir eyle gönlün dört köşesini
Kemlik ile kırıp kal şişesini
Dönüp ona derman olsan ne fayda
Arabi Farisi dilin olmazsa
Bülbüle münasip gülün olmazsa
Elbet bir meslekte elin olmazsa
Dava ile sultan olsan ne fayda
Bir gün olsun Yaradan'ı anmazsan
Mecnun olup aşk oduna yanmazsan
Bir güzelin sinesine konmazsan
Hayal ile mihman olsan ne fayda
Bir yazı ki kara gelir kalemde
Sözü hor görünür her bir kelamda
Bir yar seni sevmediyse alemde
Sen o yara kurban olsan ne fayda
Sümmani der Yaradan'ı zikreyle
Birliğini bilip daim şükreyle
Ta ezelden gelen işi fikreyle
Başa geçip pişman olsan ne fayda
|
|
|
|
|
ŞİİR
Beş kıtanın içinden başladı sefer
Gidildi kuzeye doğru, gidildi,
Ormanlar, kayalar, göller, denizler
Şehrine varıldı, şehir yeşildi.
Bu gelenler silâhsız adamlardı
Her birisi yüreğini çıkardı.
Her yürekte güzel bir şeyler vardı,
Hayata sevdalar ilân edildi.
Geceler beyazdı, gündüzler serin,
Sözleri dövdüler dan dan da din din,
Örsünde sıcacık yüreklerinin
Ölüm bu sözlerden güçlü değildi
|
|
|
|
ŞİİR
Hak'tan bize haber verdi erenler
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Hakk'ın cemalini ıyan görenler
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Gönül imiş çünkü Hakk'ın durağı
Anda yanar imiş zatın çerağı
Ede aşkını hem Hakk'ın yarağı
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Maksut olan bu alemde insandır
İnsan dedikleri gönülde candır
Can değildir hakıykat-i canandır
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Bir noktadır yerden göğe bu alem
Sıfattır ol zatıdır can-ı adem
Nafahtü'den geldi bize gelen dem
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler
Gönül ili Hakk'ın gizli ilidir
Andan haber bilen gerçek velidir
Gaybi Hakk'ın yolu gönül yoludur
Gönülde iste bul Hakk'ı dediler SAYGILARIMLA DJ_ONUR |
|
|
|
| Bırakıp gitmeler üzerine
Tek kelam edilebilse insan
Üstelik sen ve senin gibisine
Kapıyı kapamaya kararlıyken
Hangi ilaç kesebilir
Cayır cayır yanan bu
Kalp sızısını
Hangi yastık azaltabilir
Ağzına dayadığın
Ciğerlerden kopan çığlığı
Acı verdin
Acı veriyorsun
Ve sen, senden
Nefret etmemi seviyorsun SAYGILARIMLA DJ_ONUR
|
DJ_ONUR ŞİİR
|
|
|
|
|
|























DJ_ONUR
Yağmur Kokan Gözyaşları
Kız kardeşimin gömleği yırtılmıştı ve ben rüzgârlı bir günde yağmur kokusu alıyordum. Sonbahardı, soğuktu. Yaralarından akan kan boynunda ve göğsünde şekiller çizer halde kurumuştu. Kız kardeşimin yarı çıplak ve ölü bedeninin bırakıldığı topraktaki sararmış otlarda da kan izleri vardı. Günlerdir yağmur yağmamıştı; serin, soğuk rüzgârlar esmiş ve kan kurumuştu. Kururken kanın çizdiği o şekilleri anlamalıydım, askerler bulunduğumuz yeri çembere almıştı, anlamam için zaman olmalıydı, bir de yalnızlık; ikisi de yoktu. Oysaki ben onun gözleriyle, onun çıplaklığını izleyebilecek kadar anlamalı ve hissetmeliydim.
Tıpkı babamın gözlerinde annemin çıplak ölü bedenini izlediğim gibi. Ben görmüş ve hiç kimseye söyleyememiştim. Bebekliğimin belleğinde kalan annemin göğüslerinden kan damlıyor, babamın gözlerinden akan kan gözyaşı oluyordu.
O zaman on üç yaşındaydım. Annem boğularak öldürülmüştü. Yazdı. Kuraklık nedeniyle, köyümüzdeki derenin suyu kurumuş, toprağın derinliklerine çekilmişti. Boğulacak ne başka bir dere ne de göl vardı. Annem öldürülmüştü. Babam onun ölüsüne önce öfkeyle bakmış sonra bana sarılarak ağlamıştı. Ağlamasaydı belki de ben annemin çıplak ölü bedenini, babamın değil de bir başka kişinin (mesela ninemin) gözlerinde asılı görecektim.
Ninem annemin ölüsüne bakmış ve "yetmez!" diye bağırmıştı. Babam; "Anne o artık ölü, ben onu öldürdüm, “Allah aşkına ne yetmez!?” diye bağırmıştı. İkisinin bağrışı birbirine karışıp yankılandığında da kız kardeşim usulca bana yaklaşmıştı ve ben o zaman bir yaz gününde onun gözyaşlarından yağmur kokusu almıştım.
"Tanımış mıydım?" Evet, sorulan soru buydu. Birkaç defa tekrarlandığına göre cevap vermem bekleniyordu. Ama ben kız kardeşimin ölü bedeninde kendimi arıyordum. On beş yıl öncesine, annemin öldüğü o yaz gününe gitmiştim. O zaman kız kardeşim dokuz yaşındaydı,göz yaşları yağmur kokuyordu.
"Tanıdın mı oğlum, bu kız senin kardeşin mi?"
Acının varlığını yok sayarak sert ve kuru bir ses tonuyla sormuştu. Yüzüne baktım kırklı yaşlardaydı. Gözlerimde biriken yaşlar acının varlığını hatırlatınca, sesini akmayan gözyaşlarımda ıslatıp yeniden sordu;
"Tanıdın mı oğlum," sevecen olsun diye "oğlum" diyordu, bu sözcüğün beni yaraladığını bilmeden. Ne biçim soruydu bu! Ölen insanın tümüyle başkalaştığını mı düşünüyorlardı? Neden durmadan aynı soruyu soruyordu?
Kız kardeşimin yüzünde hiçbir yara izi yoktu. Saçları onu son gördüğüm haliyleydi, uzundu. Ben hep göğüslerinde şekiller çizerek kuruyan kanına bakmıştım, dirseğinden kopmak üzere olan koluna baktığımda ise sağ elinde üç parmağının kopmuş olduğunu fark ettim. Bacaklarım titredi, bulunduğum yere diz çöktüm.
"Çatışırken kopmuş," dedi komutanın yanındaki asker. Bundan dolayı mı tanıyıp tanımadığımı soruyorlardı? Sağ elindeki parmakları olmadığı için tanıyamayacağımı mı düşünüyorlardı? Kız kardeşimdi işte, onu elbette tanımıştım.
"Senin kardeşin değil mi?"
Tüm sözcükleri, hatta insanların birbirleriyle konuşabildiklerini bile unutmuştum. Sessizce soruyu soran komutana bakıyordum.
"Komutanıma cevap ver!" dedi, asker tehditkar bir sesle. Oysaki ben unutmuştum; insanı insana ulaştıran tüm sözcükleri unutmuştum, susuyordum, korktuğumu söylediler. Bu nedenle bekleyeceklerdi. Beklerlerse korkunun yok olacağını ve benim bir şeyler söyleyebileceğimi düşünüyorlardı. Ama ben on üç yaşımdan beri korkuyla beraberdim. Hem onun anlamını yitirmiştim hem de korkudan hiç ayrılmamıştım. Askerlerden ikisi çok yakınımda ayakta bekliyordu. Biri silahının emniyetini açıp kapatarak sessizliğimi korkutuyordu. Ben kız kardeşimin yarı çıplak ölü bedenine bakıyordum. Onun acıları ve düşleriyle konuşmaya ihtiyacım vardı. Burası bir hastane morgu değildi, kazılmış bir mezar da yoktu. Dağlarla çevrili çıplak bir düzlükteydik. Kız kardeşimin altı gün önceki çatışmada yaralandığını, arkadaşlarının onu bırakıp gittiklerini, tek başına buraya kadar geldiğini söylemişlerdi. Gözlerimi yumdum; uzaklarda bir yerde bir dere akıyordu, suyun sesini dinlerken koşmak koşmak istiyordum. Her yerde, kopan parmaklarını aramak istiyordum ya da uyumak ve rüyamda parmaklarını bulup kardeşime vermek istiyordum.
Amcam. Babamdan on yaş büyüktü. Dedem olmadığı için ailede son sözü hep o söylerdi. Onun ve ninemin sözcükleri ve düşünceleri hep aynıydı. Bazen ninem düşünür amcam konuşur, bazen de amcam düşünür ninem konuşurdu. Onlar her konuda bozulmayacak, bozulmayan bir ortaklığa sahiptiler.
Amcam da, ninem gibi annemin ölü bedenine bakmış "yetmez!” diye bağırmıştı. Babam çaresizce tekrarlamıştı; "0 artık öldü, ben onu öldürdüm." Amcam, annemin ölü bedenine bakarak; "Ölüm kadınları yeterince korkutmuyor, yetmez" diye kükremişti.
Bir asker koşarak komutanın yanına geldi. Kulağına fısıltıyla bir şeyler söyledi. Son sözlerini de bana duyurmak için sesli bir şekilde tekrarladı; "Hiç zamanımız yok efendim."
Komutan yanıma geldi. Yumuşak bir tonda konuşmaya başladı; "Biliyorum çok zor bir durum... Neydi adın?”
"Tahir."
"Evet, Tahir oğlum, bu çok zor bir şey. Biz de üzülüyoruz. Ama burada daha fazla kalamayız. Dün köylüler söyledi, köye yeni dönmüşsün, ne kadar oldu?"
"Bir ay."
"Yazık oldu kardeşine, biz öğrendik dört ay önce katılmış."
Komutanın gözlerine bakmadan dinliyordum. Babam annemi öldürdükten sonra ağlamıştı. 0 da şimdi üzüldüğünü söylüyordu. Tüm kadın katillerinin öldürdükleri kadınların çıplak, ölü bedenini gözlerine astıklarına hala inanıyorum. O nedenle komutanın gözlerine bakmadan dinliyordum. Kız kardeşimin ölü bedenini onun gözlerinde asılı görmek istemiyordum.
Tanıyıp tanımadığımı artık sormuyorlardı. Bacaklarım titreyip diz çökerken bu sorunun cevabını almışlardı. Sesleri az da olsa yumuşamıştı. Ama ben "Tanıdım, tanıdım" diye bağırıp delirmek istiyordum! Bu topraklarda ruhu ve bedeni zorla örtülen kadınlar nasıl ki örtülerinden kurtulup katillerinin gözlerine çıplak asılı kalıyorlarsa, ben de bu topraklarda katillikle örtülmüş zavallı bir erkektim. Delirerek katilliğimden soyunmak istiyordum...
Delirmek için bundan uygun bir yer ve zaman olamazdı; ama delirmeyeceğimi,deliremeyeceğimi de biliyordum.
Annemi boğarak öldüren babamdı. Amcamla birlikte pencereden babamı izlemiştik. Annemin son kıpırdanışlarını görmek, amcamın yanında sessizce beklemek, delirmem için yeterliydi; ama ben delirmemiştim. Annem son nefesini verdikten sonra amcam zorla beni annemin yanına götürdü...
On üç yaşındaydım. Babamın elinde annemi boğarken kullandığı kahverengi bir bez vardı. Amcam hiç konuşmadan babamın elindeki bezi almamı işaret etti. Ölen annemi bir kez de benim öldürmem isteniyordu.
"Abi ne olur yapmasın, o daha çocuk," dedi babam.
"Hapislerde çürümek mi istiyorsun aptal adam!" diye kükredi amcam, babam dışarı çıktı. Amcam da "defol!" diye bağırdı. Ben öylece anneme bakıyordum. Amcam, annemin elbisesini ayağıyla açtı, bacakları morarmıştı. Babam onu boğarken elbisesinin düğmelerini de açmıştı, göğüsleri görünüyordu. Amcam benim orada bulunduğumu, annemin bir ölü olduğunu unutmuş; annemin göğüslerine, bacaklarına bakıyordu. Yıllar boyunca amcamın o halini hiç unutamadım.
"Yetmez, yetmez !" diye kükremişti ninem gibi. Annemin suçu büyüktü(!?) Bir kadın sadece ölüm ve kocası karşısında çıplak olmalıydı, onun örtüklüğünü sadece kocası ve ölüm açabilirdi. Annem örtüklüğünü başka biri için açmıştı, bu yüzden öldürülmüştü. Ama ölüm annemin örtüklüğünü son kez açtığında; amcam onun çıplaklığını onun ölümünü unutarak izlemişti...
Amcamın tüm söylediklerini yaparak ve annemi ikinci kez öldürerek; parmaklarımı boynunda, yüzünde saçlarında dolaştırarak, delirmeyerek ve katilliğimi giyinerek, annemin yanından amcamla birlikte çıktık.
Biliyordum az sonra köye jandarmalar, doktor ve savcı gelecekti. Onlara neler söyleyeceğimi defalarca tekrarlatmıştı amcam. Hikaye ezberler gibi, şiir ezberler gibi ezberlemiştim. Katilliğimin öyküsünün nedenlerini; amcam kadar öfkeli, babam kadar çaresizce öğrenmiştim... Ruhum bir ucunda öfke, bir ucunda çaresizlik olan bir ipe asılmıştı ve ben delirmemiştim. Delirsem katilliğimden soyunacaktım, bunu hissediyordum ama delirmeden katiliğimi anlatıyordum.
Kız kardeşimin göğsündeki kuruyan kana sihirli bir şey gibi bakıyordum. Sanki onun sessiz ve acılı yaşamı, dile gelmeyen sözleri orada yazılıydı. Annemiz öldüğünde çok küçüktü, öfkeler kükreyiş halinde annemin ölüsünü kuşatırken, bir tek o ağlamıştı. Gözyaşları yağmur kokuyordu; annemin ellerini öpmüş gözyaşlarıyla ıslatarak avuçlarının içine almıştı. Ninem onu zorla götürmeye çalışırken de annemin elini bırakmamıştı. Küçük avuçlarında tuttuğu annemin eli, bedeni morarırken morarmayan tek parçasıydı.
Annemin öldürüldüğü günün ertesinde kız kardeşim belki de bu topraklarda kadının örtüksüzlüğünün lanetli anlamını çözdüğünden, uzun bir etek giyip saçlarını kahverengi, bir leçekle örtmüştü. O yıldan sonra yaz aylarında bile uzun kollu giyinir, etekleri hep uzun olurdu. Şimdi ise yaralı bedenine bakıyordum; göğüsleri, boynu kurumuş kanla kendine yeni bir örtü bulmuş gibiydi; yırtılan gömleği bedenini açıkta bırakmış, kan ise o çıplaklığa yeni bir örtü olmuştu. Annemden sonra onun kadın bedeninin çıplaklığından korktuğunu düşünmüştüm, köyümden ve kız kardeşimden uzak geçirdiğim yıllarda. Ama o kendi sesinden ve gülüşünden de korkuyordu. Hep kısık sesle konuşur, sesli gülmezdi. Şimdi onun gözleriyle, onun çıplaklığını izlemek istememin nedeni buydu.
"Doğru söyle oğlum anneni sen mi öldürdün?"
"Evet, efendim ben yaptım."
"Bize yalan söyleme, sen daha çocuksun. Hem insan annesini öldürür mü?"
"Doğru efendim."
"Kaç yaşındasın?"
"On üç." Yalan söylemiyordum, babam gibi ben de annemi öldürmüştüm. Annemin boynunda, yüzünde, elbiselerinde parmak izlerim vardı.
"Peki, neden öldürdün?"
"Onu bir adamla yatarken gördüm. Köyde herkes annemi konuşuyordu... Babam şehirde inşaatta çalışıyordu… Dayanamadım... Öfkelendim... Öldürdüm."
Bana inanmıyorlardı ama inanmış görünüyorlardı, inanmadıklarını bir daha söyleseler belki ben ağlayıp bu yalan altında ezilmeyecektim. Onlar inanarak beni mahkûm ediyorlardı. Bana inanıyorlardı ve aramızda yalandan kurulu zoraki bir bağ oluşuyordu.
Annemi bir adamla yatarken gören ninemdi. Ama ninem o kadar çok anlatmış ve babamla amcam, annemi o kadar çok dövmüşlerdi ki ninemin gözleri hepimizin gözleri olmuştu. 0 adam kimdi, bilmiyordum o zamanlar. Ama benim dışımda herkesin o adamı tanıdığını biliyordum. Ben ninemin gözleriyle bakıp amcamın sözleriyle konuşuyordum. Savcı beni dinlerken, kendimi babam gibi çaresiz hissediyordum. Ama ben annemdim aslında; bir ölüydüm, katilliğimi çocuk yaşta giyinmiş bir ölüydüm o kadar, ben yoktum.
Annemin ölü bedeni çıplaktı, üzerine bir çarşaf örtülmüştü. Sırlar gibi saklanan bedenini ölüm açmıştı. Ninem "yetmez!" diye bağırdıkça, ben ağlayamıyordum... Köylüler her zamankinden daha fazla fısıltıyla konuşuyordu.
Babam komutana gizlice: "herkes öfkeli, siz buradayken gömelim" dediğinde hiçbir şey anlayamamıştım. Aslında babam da ninem kadar öfkeliydi; ama annemi öldürdükten sonra rengi sararmış, omuzları düşmüş, sesi de titremişti. Ben annemi ikinci kez öldürdüğümde, babam daha da küçülmüştü. Başka zamanlarda hepimizi yerinden sarsan kükreyişleri annemin ölümü karşısında erimiş, silinmişti. Bir kadının bedeni nasıl giysilerle saklanıyorsa; bir erkeğin ölüm saçan kükreyişi de bir kadının ölü bedeninin altında saklanmıştı. Annem çıplaklığıyla, ölümüyle babamın kükreyişini, öldüren cesaretini örtmüştü. Babam kızdığında gözleri yanardı; bana bağırırken, kız kardeşimden su isterken, tarlamıza giren inekleri kovalarken, gözleri hep alevlenirdi. Ama annemi öldürdüğü o gün babamın gözlerindeki o alev kaybolmuş, gözlerinde annemin çıplak ölü bedeni asılı kalmıştı.
Savcı ve komutanla birlikte arabaya bindirilip köyden götürüldüğümde annem gömülmüştü. Günler sonra köye dönüp de gerçeği öğrendiğim zaman kız kardeşim bir köşede usulca ağlıyordu. Ninem "yetmez!" diye bağırmıyordu. Babam uzak bir şehre çalışmaya gitmişti. Amcam çocuklarıyla oynuyor, hiçbir şey olmamış gibi gülüyordu
Herkesten bir şeyler duymuş, tüm duyduklarımı birleştirmiş, belki de "gerçek"ten bile daha korkunç bir şey yapmıştım... Yaşanan şuydu, ben jandarmalar eşliğinde komutan ve savcı ile birlikte köyden gittikten sonra annem mezardan çıkarılmış, bedeni bir bıçakla parçalanmış ve parçaları yeniden gömülmüştü. Ben annemin parçalarının toprağa her bastığımda karşıma çıkacağını sanırdım. Ninem ve amcam, annem mezardan çıkarılıncaya kadar "yetmez, yetmez!” diye bağırmışlar sonra susmuşlar. Ninemin ağladığını söyleyenlere ise hiçbir zaman inanmadım.
Bizi çembere alan askerler silahlarını omuzlarına atmış bekliyorlardı. Ne olacaktı, kız kardeşim nereye gömülecekti? Onlar çekip gittiklerinde, beni onunla yalnız bırakacaklar mıydı? Hiçbirini bilmiyordum. On sekizinde bir genç kız olduğunda, bir defasında bana rüyasını anlatmıştı. Rüyasında annemin mezarını açıp, parçalanan cesedini kumaşlara sarıp yeniden dikiyormuş. Daha sonra annemi yeniden gömüp eve geliyormuş; ama eve geldiğinde bir de bakıyormuş ki annemizin parçalarını sardığı kumaş kendi üzerinde bir elbiseye dönüşmüş! Kız kardeşim koşarak kendini köyümüzün yukarısındaki nehre atıyormuş; ama ne yaparsa yapsın bir türlü kollarını bacaklarını, bütün vücudunu saran elbiseyi çıkaramıyormuş. Elbiseyi çıkarmak için kendini kesmeyi düşündüğü anda da uykusundan ağlayarak uyanmış. Rüyasını bana ağlayarak anlatmıştı, sonra birbirimize sarılıp ağlamıştık. Kız kardeşim, ufkumuzun ölüm ve korkuyla çizildiği bu köyde her şeyi anlamaya çalışmadan belki de rüyasında anlamıştı. Ben delirmeden ama delirmek için saatlerce zihnimin girdaplarında nefes nefese koştururken anlayamamıştım.
Parçalanmış bir kadın bedeni elbise yapılıp genç kızlara giydiriliyor. Onların örtüklerinin kumaşı, kadın ölümlerinden örülmüştü. Bu nedenle gülüşleri yarım, sesleri kısıktı. Ve biz bir kadının örtüklüğünü, ölümün ikiz kardeşi olarak açan erkeklerde katilliğimizden başka bir şeygiyinmeyen ruh çıplaklarıydık...
İşte tüm bunları kız kardeşimden uzakta, onun rüyasını düşünürken ağlayarak anlamıştım. Yıllar boyunca annemin o bilinmeyen adamla yatıp yatmadığını sormuştum kendime. Ama kız kardeşimin rüyasını anladıktan sonra artık bu soruyu önemsememeye başlamıştım. Şimdi tüm bunları kız kardeşimle konuşmak istiyordum; ama artık o yoktu... Uzandığı toprakta en son neyi düşündüğünü bilmemek bana acı veriyordu.
Anneme yapılan haksızlığı anlamsız, yargılayıcı sorular yüzünden çok geç anlamıştım. Kız kardeşimi hiçbir soru sormadan anlamak istiyordum.
Rüyasında yaşam kabusunun sırrını çözen o genç kızın, kanla örtülmüş bedenine daha fazla bakamadım. Askerler kız kardeşimi yerden kaldırıp bir araca yerleştirdiler. "Köye gömeceksiniz, değil mi?" diye sordu komutan. Başımı salladım. “Tahir oğlum, Allahın emri!” dedi. Gözlerini görmemek için başımı önüme eğdim. Ben de arabaya, komutanın yanına bindirildim. Konuşuyordu durmadan, rüzgâr esiyordu. Gözlerimden yaşlar akıyordu yanaklarıma. Parmağımı göz yaşlarımla ıslatıp burnuma götürdüm, yağmur kokuyordu göz yaşlarım. On üç yaşımdan beri ilk defa katilliğimden soyunduğumu hissettim. Annem öldüğünde bir tek kız kardeşim ağlamıştı ve şimdi benim göz yaşlarım onunki gibi yağmur kokuyordu.
Nibel Genç
E Tipi Cezaevi / Burdur
* Marsilya Akdeniz Forumu Öykü Yarışması - 2005 Birincilik Ödülü
www.djonurcan.ile.biz NİBEL GENÇ SUNSOZ TEŞEKKURLERIMI BIR BURC BILIRIM SAYGILAR DJ_ONUR
|
| |
DJ_ONUR
|
|
Bugün kendimi sevgi katili bir suçlu olarak görüyorum. Suçum erken gelmek dünyaya. Ya da yaşamaya geç kalmam. Birini çok sevdim. O da beni sevdi. Ben O’nu aşkla sevdim.Ama söyleyemedim. Ya da defalarca söyledim, O anlamak istemedi. Nedeni bu güzel duyguyu yaşamaya geç kalmış olmam!
Ben onu tanıdıkça sevgim katmer katmer arttı. Taşacak duruma geldi. Sığmadı yüreğime.. Büyüyen sevgimle anladım ki O’nu gerçekten seviyorum.
Son birkaç ayın mutluluğunun sebebini şimdi anlıyorum. Tüm sevincim seni sevmekten ya da sevildiğimi sanmaktanmış. Şimdi yoksun... Eski karanlıklar sarmış beni. Anlıyorum ki seni çok sevmişim. Neşem de, sevincim de senmişsin.
İyiden güzelden yana bir kavgam oldu hep. İnsanların mutluluğunu düşünürken kendi mutluluğum için çok geç kaldığımı anlamam da çok geç oldu. Meğer kendim için parmağımı bile kıpırdatmamışım. Bugüne kadar ertelediklerimi gözden geçirdim. Bugüne geldiğimde hiç birini yapmamış olduğumu gördüm. Peki insanları sevmemin karşılığı ne oldu? Kurşunlara hedef olmak, polis jopu, ayak parmaklarımın sızısı bir yana; yoksul, mutsuz bir hayattan başka elimde kalan ne?
Her şeyi yeniden denemek... Çocuk olmak örneğin. Ya da onbeşinde bir kıza aşık olmak mümkün mü?
Saçlarımızda başlayan aklar... Alnımızda vadiler çizen, göz çevremizi saran yılışık çizgilerde ne? Neyin bedeli bu, yaşayamadıklarımızın mı?
Bedenimiz beynimize ihanet etmeye başladıysa.. Emir-komuta mantığa ters işliyorsa... Örneğin kollarımızı gereksiz görmeye başladıysak.. Bedenimiz bize çoktan boş gelmeye başladıysa.. Öyleyse neden taşıyoruz ki bu boş bedeni? Gökkuşağı renginde yeni bir bahar yakalamak mümkün mü?
Yoksa yanıldın mı Konfiçyüs? İnsan acı çekerek olgunlaşır derken... Çok acılar çektim hâlâ yüreğim çocuk! Yaşayamadıklarımı hep bir gün yaşayacakmışım gibi… Yeniden onbeş yaşında olacağımı, bir kıza deli divane aşık olacağımı… Doyasıya sevip koklayacağımı düşünüyorum. Bu düş değil, bir gün gerçekten olacak gibi, bu düşünce yüreğimde hep taze ve sıcak…
Hiçbir şey için geç demeyip tutup bir ucundan silkelemeli mi hayatı, yoksa silkeleyen hayat mı bizi? Her şey bitti mi? Yoksa biten biz miyiz? Ya da kendi kendimizi mi bitiriyoruz? Gökkuşağına kapalı renksiz karanlık bir dünyada... Aşkı yaşamak için geç mi artık? Shakespeare uyandırıyor beni olanca gücümle sevmeye karar veriyorum.
'Şimdi olacaksa bir şey yarına kalmamalı, yarına kalacaksa bugün olmamalı. Bütün mesele hazır olmakta...' Böyle demiş Shakespeare. Kendine ayna olabildiysen, başkasının rehberliğine ihtiyacın yoktur! Kendime ayna tutup kıyasıya eleştirdim. Yaşayamadıklarım yaşamak istediklerim ağır bastı. Duygu seline bıraktım kendimi, nerede bırakırsa akmaya hazırım.
Çalışan beyin yaşadığımız anlamına geliyorsa... Her kafatasında bir beyin, bir de beyincik varsa... Kimi beden beyinle, kimi beyincikle mi yönetiliyor yoksa? Beynim bana oyun oynamıyorsa eğer, aşığım ben!
Sonunu düşünen kahraman olmaz!
Sonunu düşünen kahraman olmaz demiş birisi... Daha önce yeterince ıslanmıştım zaten alıp attım kendimi yağmurun altına ya gökkuşağı renginde bir aşk yakalayacak ya da sel olup akacaktım. Kararım bu, ne olacaksa olsundu, açıklayacaktım aşkımı. Başka da çarem yoktu, yüreğime söz dinletemiyordum.
Sabahattin Ali, “tepenize kurulan sırça köşkü yerle bir etmek için birkaç kelle fırlatmak yeter! ” demiş. Yoksa kelle fırlatma zamanı mı geldi?
Aşk nedir sorusuna gelince, her şeyi ile benimsediğin, bir ömrü yalnız onunla paylaşmak istediğin biri için yapılanlar, göze alınanlar, gözden çıkarmalar ve harcanan emektir. Göze alınan tehlikeler, yapılan fedakârlıklar, çekilen acılar ve gösterilen tahammül başka nasıl açıklanabilir? Aşık olduğumuz kişiyi ruhu ve bedeni ile tamamını isteriz. Bü yüzden onunla evlenmek isteriz, tamamına sahip olmak için... Bir insanın tamamına sahip olmak içinse büyük bir çaba, esaslı bir mücadele, bazen de büyük bir savaş gereklidir.
Madem ki kazananlar hep mücadele edenlerdir. Kabuğumdan çıkıp gün ışığına atılmalı, aşkım için mücadele etmeliydim. Madem ki gelecek yorgun kimselerin değil, rahatlarına kıyabilenlerinse zaten dış çevreye (çocuklarımın bakımı için katlandığım sevgisizliğe) karşı, huzursuzluğu büyütmek pahasına da olsa dik durmalı, sahte rahatıma kıymalıydım.
Erkekliğimi kesip çöpe atsam. Günlük nafakalarından ederek kedileri kaçırır mı? Ya üremeye devam eden sıvılarım ne olacak? Göğsümü parçalayıp yüreğimi köpeklere atsam aşkımla son bulur mu köpek kavgaları… Biter mi birbirleriyle didişmeleri… Peki beynimde devam eden sevmek, sevişmek aşkı ne olacak? Böyle bitmeyecekse aşkım, beynimi mi ortadan kaldırmalı? Özgürlük tanıyıp aşkıma açığa mı çıkarmalıydım? En iyisi aşk itirafı deyip, bir güzelin diliyle gıdıklanıp kahkahaları serbest bırakmak, bir güzelin öpücükleriyle ıslanıp, diş yerinin tatlı acısını yaşamak varken… Beynini rahat bırak, istediği kadar yumuşak dokunuşlarla sevgi üretsin yüreğin, istediği kadar özgürce titresin… diyerek itiraf et aşkını… aşkımı itiraf etmeli, O’nu sevdiğimi söylemeliydim.
Islanmış olan yağmurdan korkmaz hesabı uzun zamadır diri diri gömdüğüm kendimi atıp dışarı, yüreğimin gümbürtülerine kulak verip beynimde biriktirdiğim, en güzel sözcüklerle ya herro, ya merro deyip bu çok önemli itiraf yapmalıydım, aşka daha fazla gecikmeden itiraf etmeliydim.
Shakespeare’in sözünü anımsayıp beynime fazla gelen yüreğimi zorlayan -O böyle bir şey beklemese de, ben itiraf etmeye korksam da, O’na hiçbir zaman ulaşamayacağımı düşünsem de, O’na aşığım. Açığa çıkmak için beynini zorlayan bu itirafı, en yakınıma yapamıyorsam kime yapmalıydım. Beynini zorlayan, kafandan çıkmak isteyen, dilimde sözcükleşmek isteyen bu sırrımı O’ndan başka kime söyleyebilirdim ki..? - dışarı çıkmak isteyen duygularıma özgürlük tanıyorum. Bir kişiyi; oğlumdan, anamdan, halkımdan, yurdumdan daha çok seviyorum ve kırıp şeytanın bacağını kaygılarımı, korkularımı hiçe sayıp beni yaralayacak tüm silâhlara kalkan ettiğim yüreğimin sesini dinliyorum ve sana aşık oluyorum bir tanem. Açıklıyorum işte aşkım: seni seviyorum!
Aydınlığı yırt, paramparça et diyor şeytan! Benim gibi karanlığı sev diyor, en siyahından dark angel. Uysam mı acaba?
Karanlık insanı eşitler. Ne güzellik farkı kalır, ne yaş farkı. Işığa sevdalı, beyaza özlem yaşarken birdenbire bugün karanlığı çok sevdim.
Kokunu hiç tatmadım. Tenini, rengini boş verip seni karanlıkta sevdim. Ne olduğunu, neye benzediğini sadece düş gücüme bırakıp, karanlığa saldım kendimi.. İnsansı sevgilerin barınağı, sahipsiz aşkların korunağı yüreğinle sana bilinmezlerde aşık oldum. Karanlıkta sevdim seni.
Her sevgi aşk mıdır?
Her sevgi aşk mıdır? Değildir elbette... Örneğin bir kediyi de sevebilirsiniz. Ama ona aşık değilsinizdir!
Kardeşlerimizi de severiz ama tensel olarak, cinsel olarak değil! Çünkü kardeş sevgisi sözsel ve ruhsal sevgidir. Tinsel, sözsel olan sevgi ancak bedensel olan cinsellikle birleşirse aşk olur.
Aşkımı itiraf etmişken, cinsel arzularımı da açmalı mıydım? Bunu da paylaşabilir miydim seninle? Bunu sevdiğinle paylaşmak kaldırılamayacak bir yük, fazladan bir şey midir? Sevgilimsen eğer, neden üzsün ki bu onu...?
Vücudumdaki biyolojik bir gerçeğe kendini kapatman, seni sadece sözsel olarak seviyorum, vücudun beni ilgilendirmiyor demekse, beni bölüp parçalayıp bazı kısımlarımı sevmense; bu aşk değil başka bir şeydir. Çünkü aşkta sevilen tamamı ile sevilir ve tamamı istenir!
Cinsellik aşktan ayrı mıdır?
Peki aşkla cinsellik ayrı mıdır? Birbirleri ile ilgisi nedir? Aşık olan sadece bakışmak, dokunmak mı ister? Cinselliği de paylaşmak istemez mi? Bu neden itici olsun ki? Öyle değilse neden seçici davranırız? En güzel alçı mankene de aşık olunabilir demeyin sakın! Benimsediğin bir vücutla birleşmek aşkın bir parçası değilse evliliklerdeki ten uyuşmazlığını, reddedilen vücut kokularını, bu yüzden boşananları neyle açıklarsınız? Ben, cinsellik aşkın en önemli parçasıdır, aşkı büyüten ya da bitiren parçası cinselliktir diyorum.
Cinsellik aşktan ayrı mıdır? Salt sevgiyi herkese duyarız ama yalnız bir kişiyi aşkla severiz. Peki bunun anlamı nedir? Çünkü aşkın içinde tensel olan cinsellik de vardır. Aşık olduğumuzla bu yüzden evlenmek isteriz. Duygusal, tinsel olan sevgimizi, cinsellik ve tensellikle birleştirerek bedensel birlikteliğe ulaşmak için, aşkım dediğimiz kişi ile evlenmek isteriz.
Peki aşkımızı kazandık, elde ettik diyelim. Aşk savaşı biter mi? Bu kazanım birlikte kaybetmeyi de getirir. Kaybetmemek için bu defa, kazandığımızı sürekli mutlu görmek, her türlü doyum sağlamak ve elde tutmak için ekonomik rahatlatma, sabır, hoşgörü ve fedakârlık savaşı başlar. Bunları veremediğimizde ise mutsuzluk başlar. Çok istediğiniz aşkınız ve evliliğiniz kâbusa döner.
Uyumsuz eşlerin sloganı yaşasın mastürbasyon mudur?
Uyumsuz eşler, eşlerini mi aldatırlar, üç-beş kuruşa bedenlerin kiralandığı aşk pazarlarından mı yararlanırlar ya da sloganları yaşasın mastürbasyon mudur?
İyi midir boş vermişlik? Duyarsız, duygusuz insanlar daha mı mutludur? Baharım sonbahara dönüşmeden, yaşamın en güzel renklerinin ucundan tutunmam olası mı? Ya da aydınlık sevdasına veda edip, aydınlığın karanlığına hapsettiğim, diri diri gömdüğüm kendimi oradan çıkarıp, yaşamsal renklerle güzel bir aşkla koşabilir miyim el ele, gönül gönüle? Unutup diğer insanları yalnız kendim için yaşamam olası mı?
Önümdeki kabarıklık dışında kimse görmese de günde kaç kez boşalmak istediğimi, gecede kaç kez fena olduğumu bilmeseler de kaşarlanmış bir cellat edasıyla bastırdığım cinselliğimin kimse farkında değilse de Eric From, Freud, Young, Adler umurunda mı yapışkan sıvıların? Saçlarımdaki birkaç aka inat! Ben istemesem de içimde bir yerlerde sonsuz hızla sıvılar üremeye devam etmekte…
Suçlu, Kalk Ayağa!
Oysa ben dövüştüm, hep kahpeliklerle. Kanlı-bıçaklı oldum riyayla... Sözden hançerimle parçalayıp yalanları, kurşuna dizdim diktaları... Ne çare şimdi yaşama geç kalmış biri olarak suçlu olan benim!
İnsan ağaç olsa her bahar yenilense diyorum... O’ndan önce geçirdiğim yılların bahanesiyle bir güzelin sevdasına yanıt olamıyorum diye; aklım, mantığım, beynim beni suçluyor. Kendimi sevgi katili bir suçlu olarak görüyorum. Oysa azmettiren yıllardı. Yine de kabul ediyorum. Solan güllerinin katili benmişim gibi suçluyum.
Beynime hapsettiğim, dilime yasakladığım sözcükler ille de özgürlük istiyorsa ne yapmalıyım? Onları en sevdiğime söyleyemedikten sonra sevmenin anlamı ne? Sevdiğim bir anlamda ben olmalı... Benim kendimden gizlim olabilir mi? O’ndan gizlim varsa, O ben olamamıştır; O’ndan saklıyorsam beynimi kemirenleri, değil sevgimi, güvenimi de hak etmemiş demek değil midir? Küçük bir çocuğu severken bile dokunarak sevgimizi gösteriyorsak, sevgi dokunmaktır denilebilir. Öyle ise kendimizi tensel dokunmaya kapatmanın anlamı nedir?
Hiç kimseden af dilemiyorum. Ne geçmişten, ne gelecekten. Ne açılmış güllerden, ne de açılacak olan gonca güllerden... Tetik mi suçludur, parmak mı? Kurşun mu suçludur, insan mı? Ölen mi suçludur, öldüren mi? Kurşunu insan yapar. Tetiği parmak çeker. Ölen de tahrik etmemeli, hedef olmamalı mı demeli.. Yoksa her hedefe ateş edilmez mi denmeli... Sorular çok ama ortada bir vurulan bir de vuran varsa iş karışıktır. Yine de kurallar, yasalar gereği hep beraber vuranı mahkûm edelim. Bu cinayet faslı bitsin.
Karanlık insanı eşitler!
Biz karanlığa dönelim yeniden. Karanlık insanı eşitler demiştim.
Karanlık bir odada sen, ben, o, K ve N olsak. Açık saçık şeylerden söz etsek. Kim olduğunu bilmeden karşılık bulur muydu sana dokunuşum? Yoksa çıtkırıldım, efemine birini mi isterdin? Ya da ıslaklığını kurutacak bir kadın mı isterdin yanında? Tercih senin kimse görmüyor nasılsa her taraf karanlık. Ses yok. En fazla derinden iniltiler duyuluyorken, göbekler kalçalar dışında her şey eşit en büyük hazzın eşliğinde ne yapardın? “Dur! Kim olduğunu görmeliyim” mi derdin? Yenik mi düşerdin bedenini saran şehvete? Kendini zevkin ağdalı sıcak kollarına mı bırakırdın? Karanlığın soruları çok, ama bu kadarı yeter sanırım.
Karşımdakinin haklı olabileceğini hesap edip hatamda ısrar etmektense susmayı, karanlığa gizlenmeyi seçtim. Çünkü bakılacak yüze utanılacak söz söylemiştim, suçluydum. Düşünmeden konuştuğum için de özür dilemenin yararsızlığına inandığımdan kendimi karanlığa hapsettim.
Bütün korkularımdan arınıp her şeyi göze alarak onu sevdiğini itiraf ettiğinde “seni sevmiyorum” demeyip kibarca “bunu tartışmamız gerekiyor” diyorsa… Bundan sonra kimse seni üzmemiş gibi sevebilir misin insanları, yaşamı, yaşamayı...
Açığa çıkan sevginiz birdenbire onu kaybetme korkusuna dönüştüyse ne yaparsınız? O yıkıcı gerçekle yüzleşmektense saklanmak istemez misiniz? Görünmezliğin en karanlığına hapsetmez misiniz kendinizi? Siz isterseniz buna kaçmak deyin, isterseniz korkaklık ben saklandım. En büyük korkum aşkı yakalayamadan kaybetmek olduğu için, kaçmak da olsa bunun adı, ben öyle yaptım. Saklandım ama gerçekten sevdiyse, yoksa başka biri, bütün önceliği bensem, beni bulacağını umuyordum.
Şimdi yoksun...
Son birkaç ayın mutluluğunun sebebini şimdi anlıyorum. Tüm sevincim seni sevmekten ya da sevildiğimi sanmaktanmış. Şimdi yoksun... Eski karanlıklar sarmış beni. Anlıyorum ki seni çok sevmişim. Neşem de, sevincim de senmişsin.
Mutluluk aşkın neresinde derseniz. Önce aşkı yakalamak gerekir derim. Mutluluğun nüvesi aşktır. Aşk yıpranmaya başladıysa, tinsel huzuru kaçan beyinde ve rahatlamayan bedende huzursuzlukla birlikte mutsuzluk başlar. Saygıyla kuşatılmamışsa, saygıyla beslenmiyorsa son sevgi kırıtıları da kırıcı olur, yıpranma ve aşağılamalarla nefrete dönüşür.
Yerini zamanını doğru belirlemeden söylediğim o söz için şimdi özür mü dilemeliydim. Bu ne işe yarayacaktı? Özür dilemek yanlış sözümü gerisin geri dilimden içeri sokup beynimin en karanlık hücresine hapsedemeyeceğine göre, karanlığa kendimi hapsetmeliydim. Belki bu gerçeklerden kaçmak olacaktı ama başka da yapacak bir tek şey bile yoktu!
Seversin birini her şeyine ihtiyacın vardır. Kimi dostluğunu verir sesini esirger, kimi sesini verir sevgisini esirger... Nedenler, niçinler gelip yerleşir beyninize, bu nasıl dünya diyesin gelir?
Neden gidenin döneceğini beklersin? Giden dönse bile, bir daha gitmeyeceği, kalacağı kesin midir? Açığa vurduğun aydınlık sevgin sana ihanet ettiyse neden hâlâ bir gözün arkada?
Çok konuşuyorsam acı çektiğimdendir. Şimdi dilime bütün sözcükleri yasaklamışsam, susuyorsam acımın derinliğindendir susuşum.
Neden hâlâ bir gözün arkada? Aydınlıktan bir beklentin mi var? Çirkinliklerin kol gezdiği aydınlık değil mi güllerini solduran?
Yalnızlığın seslerine aldanma! Gömül kendi karanlığına, şimdi saklambaç vakti!
DJ_ONUR
09.08.2008-13:20
|
|
dünyanın bütün dillerinde sev beni
ama
Lazca sevişelim
horon tepsin dilimin dalgaları
kuzey kayalıklarında gövdenin
dünyanın bütün dillerinde sev beni
ama
Kürtçe bakışalım
doğu kanatlı şahinler uçsun
Aşkın mor dağlarına gözlerimizden
dünyanın bütün dillerinde sev beni
ama
Türkçe yaz kalbimi
DJ_ONUR 2008
|
|
DJ_ONUR
|
|
|
|
|
|
feci halde kadın yüzün güneş öpücüğü
sen ki düşlerime teyellediğim sarı papatya
harbi söyle hiç yüreğin kekelemeden:
sahi kaç amperdir kalbinin akım şiddeti
kaç desibel susar kırmızısı umudunun
bulutları öperken tenindeki ince kuşlar
fena halde ela gözlerin uçurtma şenliği
sen ki ömrüme yağan umut sağanağı
harbi söyle hiç yüreğin kekelemeden:
sahi kaç kırlangıç silindi göğünün seyir defterinden
kaç baharı ıskaladın elinde ölüm çiçekleri
karanlığa koşarken içindeki masumiyet tayları
|
 |
|
|










sinsice gelir ayrılık..
apansız vurur hiç beklemedeğin anda..
gardını almanı beklemez..
en çok sevdiğin anda gelir birden bire..
en çaresiz olduğun anda gider ardına bile bakmadan..
umutların katili olur, faili belli..
ama kanıt yoktur ortada delil olarak sunulacak..
bir başına bırakır..
koca dünyada bir ben varım sanır insan..
derin bir sessizliğe gömülür..
kendi sessizliğinden yorulur kulakları..
beyin idrak yeteniğini kaybeder..
donakalır gözler..
eller soğur..
ayaklar çözülür..
ağız konuşmaz olur..
sadece bir organa iş düşer..
kalp..
o da kendi içinde kırılır durur..






Aşka, Geç Kalma!
|
|
|
|