Duvarların gölgesi ağırlaştıkça ağırlaşıyor. Her şeye karşın başlamalıyım ama. Başlıyorum:
Semavi dinlerce ‘ilk insan' diye anılan Adem'in yaratıldığı zamanın hemen sonrasında onun için ‘yalnız' tanımlanmasını kullanmak mümkün mü acaba? Yalnızlık; kendine benzer, kendisi gibi olan başkasına, başkalarına göre bir durum ise, ortada başkası ve başkaları, hatta bu düşüncenin kendisi dahi olmadığı için, yalnızlıktan bahsetmek ne kadar doğru olur? Sakın yalnızlık meselesi Havva'nın ‘yaratılmayla' birlikte hem Adem, hem de Havva için başlamış olmasın? Havva'nın ‘yaratılması' aslında yalnızlığın da yaratılması değil midir? Bu yönüyle bir dönüm noktası olarak ortaya çıkmaz mı? Bu diğeri karşısında başkası için de geçerli değil midir?
Yalnızlığın kendisi üzerinde düşünmek hep bir mecburiyet olmuştur benim için. Hele ki F Tipi Cezaevi'ne getirildikten sonra… Ama bu düşünme süreci, öyle sadece düşünülen konu ile sınırlı kalmamıştır. Yalnızlık bir başlangıçtır. Bu başlangıç adlı kapıdan bir kez geçtikten sonra, bir de bakıyorum ki, etrafı yüksek ve aşılmaz duvarlarla çevrilmiş yalnızlaştırılmanın çölden ülkesinde kum fırtınalarına rağmen yürüyorum. Bu zorlu yürüyüşler sonunda yalnızlık ile yalnızlaştırılmanın birbirinden farklı olduğunu, aralarına şöyle kalın bir çizgi çekilmesi gerektiğini öğrendim. Şöyle ki; eğer kişinin kendini ‘uzaklara' götürmesi, gitmesi, kalabalığı terk etmesi (illa fiziki anlamda da olmayabilir bu) ya da kendisini dışarıya, başkalarına çeşitli biçimlerde kapatması durumu bilerek, isteyerek yaptığı bir şeyse karşımızda yalnızlık olgusu vardır. Ama eğer bu durum başkaları tarafından dayatılmış, uzaklaşma -kapatılma gibi olgular her çeşit zor devreye konularak yapılmışsa, bu bir yalnızlaştırmadır.
Yalnızlık; gönüllülük üzerine yükselen bir tercihtir, son bulması kişinin kendisine bağlıdır. Yalnızlaştırma ise; bir dayatma ve yaptırımdır. Son bulması; gücü elde bulunduran(lar)a ve elbette bu uygulamaya maruz kalan(lar)ın en genel anlamda söylersek direniş(ler)ine bağlıdır…
Dinlerce kutsal kabul edilen peygamber, aziz ve diğer ulu diye tanımlanan kişilerin hayatları incelendiğinde doğaya, çöle, ormanın derinliklerine çekildikleri görülecektir. Bu; çoğunluğun yurdunun gerçek anlamda terk edilmesidir. Terk edenler, saçlarını, sakallarını beyazlatmış, kimileri büyük çileler sonunda pişmiş ve nihayet ermişlerdir. Bu tür terk edilişlerin en ilginç yönü; aslında hep bir gün geri dönüleceği düşüncesine dayanmış olmasıdır. Çoğunluk terkedilmiştir, ama bir başına geçirilecek o uzun ve zorlu yıllarda ‘aydınlanma' bir biçimde gerçekleştirildikten sonra, ışığın paylaşılması için çoğunluğa geri dönülecektir. Bu yönüyle terk edişte dönüşün tohumu gizlidir.
Böyledir işte! Çoğunluğun anlamak için ondan uzaklaşmak, önce kendine yakından, ardından çoğunluğa ‘uzak
tan' bakmak gerekmektedir.
Yani mağaraya kapanmışsındır, inzivaya çekilmiş bir münzevi olarak sen varsındır. Bir de yalnızlığın tarlası. Kendini tohum yapıp o tarlaya eker, güneş olup o tarlaya ışık saçan, yağmur olup yağarak, sabırla o tohumları yeşertirsin. Zamanı geldiğinde ağaçlar meyveye duracak, çiçekler açacaktır. Acele etmeden toplarsın meyve ve çiçekleri. Kucağın dolu geri dönersin. Yalnızlığın gölgesi üzerindedir ama. Ne yaparsan yap silemezsin onu. Gölge kanına işlemiştir. Üstelik ‘geri dönüş' bildik anlamda geri dönüşten çok farklıdır. Terk eden ve geri dönen aynı kişiler değildir çünkü. Yalnızlık bir dönüşüm süreci olarak altından geçildiğinde değişileceğine inanılan gökkuşağı işlevi görmüştür. Bu nedenle yalnızlık zamanları bir çoğalma, çoğaltma, büyüme ve değişim süreci değil
midir? Hele ki sanatçılar için…
“Yalnızlık yaman bir öğreticidir” demiştir bir düşünür. Yaşamın o hiç bitmeyecekmiş gibi görünen hay huyu ile kısır döngüsü, merkezi ayrıntıların yağmuru altında boğarak, insanı hem kör, hem de sağır kılar. Yalnızlığa çekilinir, zaman akar, belli bir süre sonra gözler görmeye, sağır kulaklar duymaya başlar. Hemen bir karış ötede bulunan gerçeğin bile farkında olunmadığı anlaşıldığında şaşkınlık hiç olmadığı kadar derinleşir. Ayrıntıların yağmuru fısıltıya dönüştüğünde ise; merkez, yani temel olan birçok yönüyle açığa çıkar. Bu yönüyle yalnızlıkta felsefe ülkesinin sınırlarını geçmek neredeyse bir mecburiyettir.
Yalnız olmak kıyıda durmaktır da. İlerisi uçurumdur, arkasını döndüğünde ise çoğunluğun nefesi çarpar yüzüne. Tek bir adım! Ya uçurumun dibidir, ya da çoğunlukta boğulma. Yapılması gereken; o dengeyi öylece, ihtiyaç du
yulan zaman süresince korumaktır.
“Yalnızlaştırma da var” demiş ve bunun “bir dayatma, yaptırım olduğunu” belirtmiştim. Yaptırımın bir amacı vardır ve kişi istenen noktaya gelinceye kadar devam eder. Bazen ise gelinecek bir nokta “yoktur” yalnızlaştırmanın amacı yalnızlaştırmanın (onu yaratan öfkenin) kendisidir. Kimi yalnızlaştırmalarda kişi sıcak bir merhabadan, bir insan gülümsemesinden bile mahrum bırakılır. İnsanın sosyal bir varlık olduğu gerçeği göz önünde bulundurulduğunda bu tür bir yalnızlaştırma, yalnızlaştırılana yönelik varoluşsal bir saldırıdır.
Başımdan geçen bir olay: Dışarıda samimi olduğum bir arkadaşım vardı. Onu tam on bir yıl sonra getirildiğim F Tipi Cezaevi'nde gördüm. Ziyarete götürülmek amacıyla hücremden çıkarılmıştım, yanımda bir gardiyan. Yürümeye başladık. İleride başka gardiyanlar. Epey bir uzun olan koridorun öteki ucuna doğru bakınca bir gardiyanla bir tutsağın bize doğru yürümekte olduklarını gördüm. Gözlerim tutsaktı, ‘ben bunu bir yerden tanıyorum' diye düşünüyordum. Bu arada iyice yaklaşmışlardı, üstelik bana gülümsüyordu. O an tanıdım onu. Gardiyanlar birbirimize bakmakta olduğumuzu gördüklerinde, telaşla onu tutup ara bir koridora doğru çekmeye çalışıyorlardı. Kısacık bir andı, hiç beklemeden bir şeyler söylemeliydim. Mesela ‘merhaba' diyebilirdim. Ama ben ne yaptım, tutup “hiç değişmemişsin” deyiverdim. O arkadaş da ara koridora doğru çekilmeden önce bana bir şey söylemiş ama ne yazık ki ne dediğini duyamamıştım.
İki sene aynı cezaevinde kaldık, bir türlü görüşemedik ilginç değil mi?
Son bir şey daha: Bir de yalnızlaştırılanların yalnızlığı vardır. Mesela bizler. Ya da daha doğru bir ifadeyle, bizlerden bazıları F Tipi cezaevlerinin ağır tecrit koşullarında, hiç ya da tek kişilik hücrelerde bir biçimde çoğalmak, üretmek ve yazmak için yalnızlaştırmayı sırtlayarak yalnızlığın ülkesinde hiç durmadan yürüyenler. Yani yalnızlaştırılmanın zorunluluğunda yalnızlığın tarlasını ekenlere… Nemrut tarafından içine atılınca, ateşten cehennemi gül bahçesine çeviren İbrahim Peygamber'in örneğine ne kadar da benziyor değil mi? Sanırım, en zoru da bu …
Bitirmeliyim.
Hücremde sessizlik
DJ_ONUR